Oraya buraya çarpıyorum.
Yön duygumu kaybediyorum günden güne.
İnsanların arasındayım, ama nerede? Kimim ben? Bu yüz bana mı ait?
İnanmadığım aynalar, sadece kırıldıklarında gerçeği gösteriyorlar.
Düşünceler, düşünceler… Kapkara bir güneş her sabah uyandırıyor toprağımı. Kuşlarım ölü, denizin sesi uzak bana, bulutlarım donuk, kediler bile yok şu sokakta.
Şiirden, sözcüklerden, kâğıdın sarı dişlerinden, mürekkebin falından, iplere takılmış çırpınan uçurtmalardan, elma şekerlerinden, naylon toplayan yaşlılardan, durmadan ağlayan rüzgârdan, gelmeyen büyük fırtınadan, hepsinden, ama hepsinden…
Neyi bekliyorum ki?
Binlerce yaprağa karışıp sürüklenmeyi mi bu şehirde?
Olanca gürültü arasında ellerimle kulaklarımı kapayıp bağırmak istiyorum:
“Senden de nefret ediyorum İstanbul!”
Vapurlar Kadıköy’den uzaklaştıkça…
Ne oluyor uzaklaştıkça?
Kaç martı var sahi uzakta küçülen şu ada vapurunun peşinden uçan? Saymak imkânsız. Kanatları ne güzeldir.
Havada süzülüyorlar bak. Görmek zorlaşıyor gittikçe.
O vapurda olmak vardı şimdi…
Gitmek buralardan, uzaklara, hem de çok.
Çıkan köpüklere dalmalı, martılara simit atmalı, evet.
Takılmalı martıların peşine.
Bilinmeyen bir ülkeye doğru…
Gökyüzünde ölmek onlar gibi.
(lütfen yorum)