Üniversite öğrencisi olduğumuz dönemden beri, bazen gülerek, bazen kızarak, bazen anlamsız bularak ama mutlaka takip ettiğimiz bir çizerdi Tan Oral. Cumhuriyet gazetesinde tıpkı Behiç Ak gibi bakmadan geçmediğimiz bir çizerdi.
Cumhuriyet gazetesini okumayı bıraktığım güne kadar her gün mutlaka takip etmeyi sürdürdüm. Farklı bir çizgisi ve anlatımı olduğu muhakkaktı. Cumhuriyet Gazetesi'nin işine son verdiğini duyunca dehşete düştüm. 'Bu kadar da değil' dedim. Cumhuriyet Gazetesi kendisiyle özdeşleşmiş, bütünleşmiş 30 yıldır çizen bu çizerini niye işten kovsun ki! Doğrusu işten kovulma gerekçesi kovulmayı daha da dehşetli bir hale getiriyordu. Fikri hoşgörüsüzlüğün buraya geldiğini görmek, farklı olana bu kadar tahammül edememek doğrusu çok endişe verici bir gelişmeydi.
Çizer Tan Oral'ın işten atılma gerekçesi; 28 Şubat'ta Yeni Şafak Gazetesi'ne röportaj vermesi ve o röportajında türbanlı kızlara destek verdiğini söylemesiydi. Oral, Deniz ******'ı eleştiriyor, onun tavrını Kenan Evren'in tavrına benzetiyor, ayetlerle insanların inançlarının çürütülmeye çalışılmasına tepki gösteriyordu. "Oysa inanç tartışma dışıdır. İnanç ne savunulabilir ne de çürütülebilir." diyordu. Türbanlı kızları üniversiteye almayan rektörleri de eleştiriyordu. Aslında konu Tan Oral'ın ya da başka bir kişinin söylediklerinin doğru ya da yanlış olması değil. Bir insanın bu konularda çeşitli fikirleri olabilir. Başörtüsü serbestliğini destekler ya da karşısında olur. Veya farklı konularda farklı düşüncelere sahip olabilir. Bir gazete bir çizerle veya yazarla çeşitli nedenlerden dolayı yollarını da ayırabilir, bu gayet normal bir olay. Ancak Tan Oral'ın Cumhuriyet'ten kovulması, Türkiye'de yaşayan insanların nasıl bir politize olmuşluk içinde bulunduğunu gösteren çok önemli bir gösterge. Öyle bir gösterge ki bu, insana "biz nereye gidiyoruz?" sorusunu sorduruyor ve ciddi endişeye sevk ediyor. Farklı olan hiçbir şeye tahammül edemeyen bir sürece götürüyor bizi.
Bu süreç, bırakın karşı taraftakini anlamayı, kendisi gibi düşünmeyenlere hoşgörüyle bakmayı, kendi davulunu çalmayan kimseye yaşama hakkı tanımıyor. Kendisiyle aynı görüşün fanatiği değilse, aynı borazanda bir zurna değilse yaşamasının bile anlamı yok diye bakıyor. Bunun çok yanlış ve tehlikeli bir süreç olduğu kesin. Böylesine davranışlar medya aracılığıyla da iyice körükleniyor. Mesela 32. Gün, programlarını üniversite öğrencileriyle, her programı farklı bir üniversitenin kampüsünden yapıyor. Ama o programları izledikçe iyice dehşete düşüyor insan. Kimse kimseyi dinlemiyor, herkes slogan atar gibi konuşuyor. Kimsenin ne dediği anlaşılmıyor; ama sonuçta fındık kabuğunu doldurmayan bir meseleden dolayı insanlar olabildiğince geriliyor ve ötekini dinlemez hale geliyor. Öğrencilerin içine bırakılmış birkaç provokatör olayı iyice ajite ediyor. Çağrılan isimler de ateşe odun taşıma derdinde. Toplum tartışıyor adı altında olabildiğince ortalığın gerildiği, her şeyin siyah-beyaz noktasında değerlendirildiği bir hale dönüşüyor üniversiteler.
Toplum politize olduğu sürece nüanslar unutuluyor, herkes bir torbadan değerlendiriliyor, 'ya bizdensin ya düşman safındasın' demeye getiriliyor. Bu kadar politize olmuşluk, Türkiye'de değer üretimini düşürüyor, sanatın gerilemesine yol açıyor, mimariyi bitiriyor, şehirlerin talan edilmesine zemin hazırlıyor.
Mehmet KAMIŞ & Zaman Gazetesi